Adli Tıp: Kadın Cinayetlerinin Gerçek Yüzü

Dr. Öğr. Üyesi Anıl Özgüç ile, ‘Kadına yönelik şiddet’, ‘Kadın cinayetleri’ ve ‘Kitle felaketlerinde adli tıbbın önemi’ hakkında konuştuk, Özgüç, Adli tıbbın kadın cinayetlerini aydınlatma konusunda birçok sorumluluğu olduğunu söyledi.

Bu Gönderiyi Paylaş

Adli Tıp Kurumu, kendisine kanunla tanınmış olan adli bilirkişilik görevini bilimsel ölçüt ve tespitler ışığında, en tarafsız, en güvenilir şekilde yürütmeyi ve gerçeğin ortaya çıkmasına mümkün olan en hızlı şekilde katkı sağlamayı amaç edinen bir kurumdur. Adli Tıp Kurumu bünyesinde görev yapan adli tıp uzmanları, suç mahallinden toplanan bulgu ve kanıtları, tıbbi bilgi ve yöntemleri kullanarak analiz ederek, yargı organlarında kullanılmak üzere sunar. Adli tıp uzmanlarının, olay yeri incelemesi yapmak, otopsi uygulamak, yazılı belgeleri incelemek ve gerçekliklerini doğrulamak, DNA analizi yapmak ve balistik incelemeler yapmak gibi görevleri vardır.

ADLİ BİLİMLER İLE DİŞ HEKİMLİĞİ BAĞLANTISI

Diş hekimliğinin adli bilimler içerisinde kullanıldığı temelde iki alanın olduğundan bahseden Anıl Özgüç, birincisinin aile içi şiddet, çocuk ve kadın istismarlarında vücutta ısırık izi aranması ikincisinin ise kitle felaketlerinde cesedin kimliklendirilmesi olduğunu söyledi. Özgüç, “ Diş de tıpkı parmak izi gibi kişiye özeldir ancak diş, parmak izine göre çok daha dayanıklıdır. Özellikle yanmalarda ve uçak kazalarında çoğunlukla kişilerin iki ölüm sebebi vardır; bunlardan ilki çarpma ve düşme anında oluşan kafa travması, bir diğeri ise genellikle sonrasında çıkan yangındır. Bu yangınlarda kişi yanarken; vücutta kemikten daha sert bir doku olan diş, neredeyse hiç yanmaz. Dış etkenlere karşı dayanıklı bir organ olması da kitle felaketlerinde kimliklendirmeyi kolaylaştırır.” dedi. 

Özellikle suda boğulma ve yanarak ölme durumlarında diş ile kimliklendirme yapılmasının oldukça önemli olduğunu söyleyen Özgüç, bu iki durumda ceset neredeyse tanınmaz hale geleceği için teşhise gelecek en yakın kişinin bile cesedi kimliklendiremeyeceğini ifade etti. Tam da bu noktada diş hekimlerine çok büyük görevler düştüğünden bahseden Özgüç, “Eğer ki kişinin diş hekimi kayıt tutmuşsa ve o kişi bir yangında, patlamada, bir kazada, selde ya da tsunami gibi bir kitle felaketinde ölmüşse, cesetteki dişin kayıtlarını diş hekiminin kayıtları ile karşılaştırarak kişinin kim olduğu bulunabiliyor.” ifadelerini kullandı. Özgüç örnek olarak ise, Endonezya’da tsunamide hayatını kaybeden 300 bine yakın kişinin kimliklerinin ekibin başındaki diş hekiminin çalışmalarıyla belirlendiğini ifade etti.

 

CESETTE KİMLİKLENDİRMENİN ÖNEMİ

Cesette kimliklendirmenin önemine değinen Özgüç, "Her ne kadar ölmüş olsa da, ölen kişinin yakınları cesedi görmek istiyorlar, elbette ki bu çok insani bir durum. Ceset için yapılması gereken en son görev hem aile için, hem de adli tıp açısından cesedin kimliklendirilmesi yapıldıktan sonra, toplumun kurallarına ve ritüellerine göre ölen kişinin defnedilmesini sağlamaktır. Çünkü o kişinin mezarını bilmek, ona karşı son görevlerini yerine getirmek, onun yasını tutmak ölen kişinin yakınlarının en doğal hakkıdır.” ifadelerini kullandı. Cesede ulaşılamayan durumlarda, ölen kişinin yakınlarının aklında; “Acaba yaşıyor mu?”, “Acaba bir karışıklık mı oldu?”,  “Ben onun için bir şey yapamadım.” gibi soru işaretleri kaldığından bahseden Özgüç, bu bilinmezliği ortadan kaldırmak için de yapılması gereken tek şeyin ‘Kimliklendirme’ olduğunu vurguladı.

 

"ŞÜPHELİ ÖLÜMLERİ DE KADIN CİNAYETİ OLARAK DEĞERLENDİRİYORUZ"

Bir adli tıp uzmanı olarak kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda değerlendirmelerde bulunan Özgüç, Kasım ayındaki verilerde 25 kadın cinayetinin kesin işlendiğini, 21 kadının da şüpheli bir şekilde öldüğünü vurguladı. Şüpheli ölümlerin çoğunun cinayet olduğunu belirten Özgüç, “Cinayet faili tarafından kadına kendini asmış süsü verilebiliyor ya da zehirlendi deniyor çoğu zaman ancak bir başkası tarafından tarım ilacı veya kimyasal ile zehirlenmiş olabiliyor. Bu şekilde şüpheli ölümleri de kadın cinayeti olarak değerlendiriyoruz. Şüpheli ölümleri de cinayet olarak değerlendirdiğimizde; bir ayda 46 kadın cinayeti olduğunu görüyoruz, bu da neredeyse günde 2 kadın cinayeti demek." ifadelerini kullandı. Hiçbir şiddetin affedilmemesi gerektiği konusunda dile getiren Özgüç, şunları söyledi: "Kadın; şiddetin her türlüsünü kişilik haklarına saldırı olduğu gerekçesiyle kabul etmemelidir. Eğer kadının affetme eğilimi varsa, bu eğilim olayın çok daha kötü bir yere gitmesine sebep olur. Genellikle şiddeti uygulayan kişinin, kadının affetme eğilimini kullanarak; çiçekler gönderme, özür dileme, hediyeler alma gibi yöntemlerle olayın üstünü kapatmaya çalıştığı görülür. 'Belki bir daha yapmaz.' diye düşünen kadın şunu bilmelidir; bir kere olduysa, yine olacaktır ve mutlaka artarak devam edecektir."

 

ŞİDDET SADECE FİZİKSEL MİDİR?

Bir fiziksel belirti vermeyen, çok ihmal edilen, tanısı zor konulan ve kişiyi hayatından bezdiren bir şiddet türü olan ‘Duygusal şiddet’ in, çoğu zaman şiddet olup olmadığı anlaşılmadığına dikkat çeken Özgüç, “Aşağılama, küçümseme, aşırı eleştiri, sosyal hayatı kısıtlama, iletişim araçlarını kontrol etme, kılık kıyafete müdahale etme gibi davranışlar psikolojik şiddetin örnekleridir. Ancak kadınlar genellikle duygusal şiddeti aşırı sevgiye bağlı kıskançlık olarak algılıyor ve bu kişiyi hayatından çıkartması gerektiğinin farkına asla varmıyor." diyerek birçok kadının bu durumu yaşadığını vurguladı.


“FİZİKSEL ŞİDDET VARSA, CİNSEL ŞİDDET DE VARDIR”

Toplumda karşılaşılan bir diğer şiddet türü ise ‘Cinsel şiddet’tir. Öncelikle bilinmesi gereken şeyin diğer şiddet türlerinde olduğu gibi cinsel şiddette de suçun  faie olduğunu hatırlatan Özgüç, şiddetin failin hatası olduğunu ve onun seçimleri doğrultusunda gerçekleştiğini belirtti. Özgüç, özellikle cinsel tacizde kadını suçlamak için; “O saatte orada işi neymiş?”, “Öyle giyinmeseymiş.”, “Evinde otursaymış.” gibi söylemlerin oldukça fazla olduğunu, bu sebeple, her bireyin bu konuda eğitilmesi gerektiğinin altını çizdi. Hangi eylemlerin cinsel şiddete girdiğinin çoğu zaman eksik bilindiğini aktaran Özgüç, “Kadının evli olması ya da bir sevgilisinin olması; kadının onayı olmadan cinsel ilişkiye girilmesini haklı kılmaz yani bu da bir cinsel şiddettir ve “date rape (sevgililik tecavüzü)” olarak adlandırılır. Cinsel ilişkide karşı tarafın onayı ve rızası alınmadan yapılan her türlü eylem cinsel şiddettir ve herhangi bir bahanesi yoktur.” dedi. Özgüç, bir diğer şiddet türünün de; kadının zorla çalıştırılıp, parasının alınması olarak tanımladığı “ekonomik şiddet” olduğunu belirtti. Özgüç, “Fiziksel şiddet varsa aynı anda cinsel şiddet de vardır. Bu bir ilişki asimetrisidir." ifadelerini kullandı. 


DÜNYANIN HER YERİNDE BU MÜCADELEYİ VEREN KADINLAR VAR!

Geçmişten günümüze kadın cinayetleri oranları üzerinden yorumlarda bulunan Özgüç, Son yıllarda kolluk kuvvetlerinin daha eğitimli davranması, basın ve medyanın kadın cinayetlerinin üzerine daha çok gitmesi, toplumun konuyla alakalı daha çok bilgi sahibi olması ve daha duyarlı davranması, artan sosyal medya kullanımı ile haberlerin daha çok ön plana çıkması gibi sebepler kadın cinayetlerinin görünür hale gelmesini sağladı.” dedi. Hem polisin kayıt tutması hem de medyanın eskiye göre daha çok olayların peşine düşmesi sebebiyle toplum vicdanını yaralar hale geldiğinden bahseden Özgüç, yani oranların artmadığını ortaya çıktığını vurguladı. Dünya genelinde kadınların her alanda erkeklerden farksız bir mücadele verdiğini ve erkek şiddetine karşı mücadele ettiklerini ifade eden Özgüç, “En gelişmiş ülkeler olarak bilinen ABD, Hollanda, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde bile kadınlar hayatlarını korkuyla sürdürmeye çalışıyorlar. Türkiye ise son yıllarda açıklanan raporlarda, Avrupa ülkeleri arasında kadına şiddette zirvede yer aldı. Türkiye’de işlenen kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet olaylarının bir türlü önüne geçilemedi.” ifadelerini kullandı. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün geçmiş yıllarda yayımladığı verilere göre, Türkiye’de kadınların yüzde 38’inin herhangi yakın bir partneri tarafından fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığını söyleyen Özgüç, verilerde dikkat çeken bir başka detayın ise şiddet görmüş kadınlardan yüzde 13,3 gibi azımsanamayacak bir kısmının eşinin ya da partnerinin şiddet göstermiş olmasını haklı bulması olduğunu belirtti.   

 

BU BİR HASTALIK DEĞİL, SEÇİM!

Cinayet faillerinin çoğunlukla hangi kimliği taşıdığına dair oranlar veren Özgüç, 4 kadın cinayetinden 3’ünün kadınların tanıdıkları kişiler tarafından işlendiğini vurguladı. Yapılan araştırmalar neticesinde cinayeti işleyen kişilerin genellikle maktulün çok yakınında bulunan veya bulunmuş; babası, abisi, sevgilisi, eski sevgilisi, eşi veya eski eşi olduğunu belirten Özgüç, cinayet mahallinin de çoğunlukla taraflardan birinin evi ya da her ikisinin de daha önceden bildiği bir yer olduğunun tespit edildiğini aktardı. Şiddet ve cinayet vakalarında saldırganın psikolojik profili ile ilgili değerlendirmelerde bulunan Özgüç şunları söyledi: Çoğunlukla insanlar, katilde ya da şiddet uygulayan tarafta psikolojik bir hastalık olup olmadığını düşünürler. Ancak incelendiğinde; çok az oranda psikopatoloji tanısı almış fail vardır. Hem kadın cinayeti faillerinin hem de şiddet faillerinin neredeyse hepsinin normal bir psikolojik duruma sahip olduğu görülür. Yani bu bir hastalık değil; davranış seçimidir. Cinsellik; içgüdüsel bir davranış biçimi değildir aksine öğrenilen bir davranıştır ve burada karşı tarafın rızası çok önemlidir. Kadın 'hayır' diyorsa, bu 'evet' demektir gibi yanlış bir düşünce de var; 'Hayır, hayır demektir.' bunun bir şekilde öğretilmesi gerekir."

 

EVLENME EHLİYETİ ŞART

Saldırganların kafalarında kurguladığı suçsuzluk senaryoları hakkında bilgiler aktaran Özgüç, çoğu vakada saldırganların kendini sorumlu tutmadığı, kadını suçlar eğilimde olduklarını vurguladı. Saldırganın genellikle kadının kendini tahrik ettiğini, zaten kendisiyle birlikte olmak istediğini, hiçbir suçunun olmadığı tarzında savunmalarda bulunduğunu belirten Özgüç, “Saldırgan, kadının selam vermesini, gülümsemesini bile kendini haklı çıkaracak bir sebep olarak görür ve türlü bahanelerle kendini aklayıp, kadını suçlamak için çeşitli yollara başvurur." ifadelerini kullandı. Şiddet ve cinayet vakalarında toplum bilincinin öneminden bahseden Özgüç, insanların evlenme ve ilişki kurma ehliyetlerinin olması gerektiğini ve bu konunun genellikle adli tıp uzmanları arasında sıkça konuşulan bir konu olduğunu söyledi. 

 

POLİSLERE DÜŞEN GÖREVLER 

Şiddet ve cinayet vakalarında delil toplama ve adli tıp boyunun öneminden bahseden Özgüç, Cinsel şiddette ve diğer tüm şiddet türlerinde, kadınların davranışlarına bakıldığında, ilk birkaç gün korktukları ve kimseye bir şey söyleyemedikleri görülür, yaş küçükse bu daha da yoğunlaşır. Her ne kadar zor olsa da, delillerin yok olmaması ve üzerinden zaman geçmemesi için ivedilikle kolluk kuvvetlerine başvurulmalıdır.” dedi. Özellikle cinsel şiddet söz konusu olduğunda kadınlarda çok hızlı bir şekilde banyo yapma davranışı görüldüğünü belirten Özgüç, banyo yapıldığında sperm, kıl gibi biyolojik delillerin kaybolduğunu aktardı. Şiddet mağduru kadının, mümkünse olay yaşandıktan hemen sonra polise başvurması gerektiğini vurgulayan Özgüç, bu noktada polise çok büyük bir görev düştüğünden bahsetti. Bu sebeple polislere konuyla alakalı gerekli eğitimlerin verilmesi gerektiğini, polisin davranışlarıyla alakalı çok büyük bir çaresizlik olduğunu ifade eden Özgüç, “Olayla ilgilenen polis, zincir kırılmazsa bunun ölüme kadar gideceğini bilerek yol göstermeli, kayıt tutmalı ve buna uygun davranmalıdır.” dedi. 

 

ZİNCİRİ OLUŞTURAN BÜTÜN BİRİMLER PÜR DİKKAT ÇALIŞMALI

Sonraki süreçte kadının hemen koruma altına alınması gerektiğini hatta gerekirse sığınma evlerine gönderilmeleri gerektiğini belirten Özgüç, kadınların tekrardan tehlikenin kollarına atılmaması gerektiğini vurguladı. Özgüç, son olarak "Aile içi şiddet, çocuk istismarı ve kadın istismarı vakalarında; adli tıp uzmanı, diş hekimi, adli hemşire, kadın doğum uzmanı, psikolog, eğer çocuk da konuya dahilse pedagog, sosyal hizmet uzmanı, hukukçudan oluşan geniş ekiplerle çalışılmalıdır. Bu konularla alakalı 24 saat açık merkezlerin olması gereklidir çünkü bu olayların saatinin olmadığı ve zaman kaybında delillerin yok olabileceği ve delil kaydının önemi göz önünde bulundurulmalıdır. Yapılan en ufak hata ya da savsaklanan herhangi bir iş birinin ölmesine, ölmüş kişinin de doğru muamele görmemesine sebep olacağından; zinciri oluşturan bütün birimlerde çalışan insanların görevlerini titizlikle yapmaları çok önemlidir." ifadelerini kullandı. 

Muhabir: Melike Nur MERT

Galeri